Pazar, Ekim 31, 2010

Cam Sanatları Müzesi,Eskişehir



Türkiye'deki ilk ve tek Cam Sanatları müzesi Eskişehirde.
Yaptığım Eskişehir gezisi boyunca birbirinden güzel yerleri de görme şansı buldum elbette. Bunlardan birtanesiydi bu müze. Eskişehir'in Odunpazarı Evleri kent komplesinde yeniden hayata döndürülmüş 3 evin birleştirilmesiyle oluşturulmuş. Burada Türkiye'deki sanatçıların yanı sıra yurtdışından bir çok ülkenin sanatçları tarafından hediye edilmiş bir çok eseri görmeniz mümkün. Oldukça ilginç ve etkileyici çalışma ve eserlere ev sahipliği yapan müzeyi ziyaret etmenizi kesinlikle tavsiye ederim. 

 ****

***

 ***








 İlgimi çeken eserlerden bir tanesiydi bu maske. Oldukça ince detaylara yapılmış ve acaba takınca nasıl durur merak etmedim değil!!!

Anılara bir + daha!


 Bir önceki yazımda bahsettiğim gibi ziyaretimden güzel anılar, bol kahkahalar, hasret gidermelerle döndüm. Güzelim Eskişehir tam bir Venedik havasında...Yaptığım bu 3 günlük tatil boyunca bir sürü tanıdık yüzle birlikte olmama rağmen  kendimi yabancı bir memlekette gibi hissettim. Öyle bir sonbahar yaşıyor ki Eskişehir büyülenmemeniz elde değil... Şehrin orta yerinden geçen Porsuk çayı öyle güzel bir hava katmış ki şehre, geçtiğiniz her köprü, kenarlardaki ağaçlardan düşen sarı yapraklar, çayın üstünde yüzen gondollar insanı başka başka yerlere sürüklüyor..
Bütün çay boyunca kafanızı her çevirdiğiniz yerde cafe, restaurant, çay bahçesi vb. mekanlar bulabiliyorsunuz.. Genç potansiyel öyle çok ki öğrenci şehri denilmesi kaçınılmaz...Gençler her yerde...Tüm mekanlar gece 04:00 a kadar açık olduğu için istediğiniz zaman istediğiniz gibi bir yerde eğlenebiliyorsunuz.
***


 Şehir düzenli bir şekilde yapılanmış, gözünüzü rahatsız eden bir yapıyla ya da durumla karşılaşmanız çok nadir. Her meydanın orta yerinde bir heykelle güzelleştirilmiş şehir. Anadolu Üniversitesi öğrencilerine ait eserlerin de olduğu birbirinden güzel heykeler tarihi bir hava da katıyor aynı zamanda şehre.
İstanbul gibi trafiğin akmadığı, insanlarının arasında sıkışıp kalmaktan bunaldığınız bir şehirden sonra burda nefes almanın rahatlığını yaşıyorsunuz. Akşam olduğunda şehrin ışıklandırmaları öyle güzel bir atmosfer yaratıyor ki çıkmak istemiyorsunuz.



***
Daha önce de bulunduğum bu şehirde nedense ilk defa görüyormuşum izlenimi yaşadım bu sefer.. Daha çok fotoğraf çekmek, daha çok incelemek, izlemek, görmek istedim herşeyi.. Sonbaharda -ki öyle soğuktu ki bana göre kıştı aslında- bambaşka bir manzaraydı sanki gördüklerim. 

***
Uzun zamandan sonra sevdiklerimle yaşadığım güzel anılarla birlikte, birbirinden güzel fotoğraflarımla geri döndüm. Çok eğlendim, çok gezdim...
***
P.s. Canlar yaşadığım güzel anlar için hepinize teşekkürler..Sizleri çok seviyorum.

Aşkla kalın, 
Bonafide 

Çarşamba, Ekim 27, 2010

sarı, mavi, yeşil, turuncu...


Öyle birşeydir ki yatılı okullu olmak, sahip olduğunuz herşeyin genç yaşta kıymetini daha çok anlamaya başlarsınız. Daha çok sorumluluk vardır üzerinizde, kendin olma savaşı daha bir fazla verilir. 
Ama en güzeli, yanınızdaki hiç bir zaman bir rakip değil aksine hep bir yol arkadaşıdır.
Tüm alışkanlıklarınız, zevkleriniz, tercihleriniz birbirinden farklı da olsa zamanla ya aynı olursunuz ya da bunlarla yaşamayı öğrenirsiniz. Sonra birden bakmışsınız kardeş gibi olmuşsunuz.
Her ağladığınızda birden fazla kucak görürsünüz size açılan ve her kahkahanıza katılacak birden fazla kahkaha...
  O kahkahalar o kucaklar öyle bir yerleşir ki içinizde bir yere çıkarması kolay kolay mümkün olmaz. 
Daha önceki yazımda da bahsettiğim gibi kahkahalarına doymadığım arkadaşlarımın yanına olacağım 3 gün boyunca. En son 3 yıl önce ettiğim ziyaretten sonra bu sefer yine aynı heyecan aynı özlem -belki daha fazlası- ve aynı yaramazlık fikirleriyle dolu şekilde gidiyorum yanlarına..
4 yıl önce bıraktığım aynı sıcaklığı bulacağımdan şüphem olmaksınız gidiyorum hem de!
Elbette değiştik..
Artık bazen birimizi kahkahalara boğan şey kimimize çok saçma geliyor.
Konuşuyoruz, tartışıyoruz, yine hayallerimizden bahsediyoruz.
Olacak olmayacak ne varsa..
Bol bol dedikodu..
Herşey uyumlu olmuyor.
Ama birbimize açılan kucaklar hiç değişmiyor. 
Biz birbirimizi her şekilde seviyoruz.

P.s.1 Kızlar, çok özledim sizleri..Sanıyorum artık buluşma vakti gelmişti..Öpüyorum.
2 Resimlerin sabihi, canım arkadaşım, teşekkürler Ceydam.

Perşembe, Ekim 21, 2010

İstanbul sana tepeden bakıyorum



İstanbul'un bir köşesinden bir köşesine bambaşka dünyalar bulabilirsiniz. Kendi içinde öyle büyük bir dünya ki aynı sınırlarda olmamıza rağmen o hayatları çoğu zaman görmezsiniz. Bir tarafta en sefil, muhtaç bir yaşama şahit olurken bir tarafta da İstanbul'a gökdelenin tepesindeki evinizin bahçesinden bakabilirsiniz. Nasıl zıt bir çelişkidir ben anlamıyorum, açıkçası artık anlamak için için kafamı da yormuyorum. Çünkü öyle bir düzen ki neresinden tutarsanız tutun, çekiştirin bozmanız imkansız. 


Son dönemde İstanbulda 4. sü düzenlenen İDANS festivali kapsamında bir çok yerde etkinlikler düzenleniyor. 
Bir çoğu Avrupa'dan olmak üzere festivale bir çok sanatçı, koreograf, dansçı ve tasarımcı katılıyor. Festivalin bu yılki konusu ise "kozmopolitlik". Sahne gösterilerinden sunumlara, konuşma serisinden atölye çalışmalarına kadar uzanan programda gerek politik açıdan, gerek etik açıdan, gerekse kültürel olarak yaşam biçimlerini anlamaya yönelik çalışmalara yer verilmiştir. 
Projelerden bir tanesi ise size hiç görmediğiniz ve muhtemelen göremeyeceğiniz bir hayatın kapılarını yaşamanız için gerçekleştirilmiş. Proje sahibi Anat Eisenberg Almanya'da karograf ve Mirko Winkel ise yine Almanya'da görsel tasarımcı. Gayet mütavazi ve kibar insanlar. Amaçları ise mimarinin ve tüketim alışkanlıklarının nasıl bir yandan yabancılaştırıken bir yandan da arzuları kışkırttığını incelemek. Bunun üzerine katılımcılarla birlikte İstanbul'un en gözde ve lüks mekanlarına bir geziye çıkıyorsunuz. Geçenler de benimde "merak"ımdan katıldığım bu etkinlikte oldukça hoş birazda trajik anlar yaşadım.
Etkinlik yeri olarak Avrupanın en büyük residence'ı olan Sapphire seçilmişti. Muhtemelen asla giremeyeceğim 216 metrelik binayı gezme fırsatı yakaladım. Yapılan proje ve gördüklerinizin insanı etkilememesi mümkün değil.
54 katlık binada aradığınız aramadığınız herşeyi bulmanız mümkün. Residenceların için tamamen döşenmiş ve bahçeli, otoparkı, yüzme havuzu, golf sahası, alışveriş merkesi ve en üst katta da teras barı -ki İstanbul ayaklarınız altında- insan durup nerdeyim diyor. İlk başka büyülenmiş gibi gezdikten sonra bir an durup kendi kendime "gerçekten paran varsa bu kadar tepeden ve soyutlanarak mı bakıyorsun 'diğerleri'ne?" dedim. Çünkü orda yaşıyorsanız başka bir şeye, başka bir yere, hiç bir gerçeğe ihtiyacınız kalmıyor demektir. 
Biraz hüzünlendim, 1 saatin sonunda da hafifleyerek ayaklarımı yere basabildim. 
Doyumsuzluğumuzun lüks eşyalar, lüks bir yaşam tarzı ile giderilebileceği gibi bir gerçek olsaydı muhtemelen zenginlerin bir çoğu daha fazlasına ihtiyaç duymazdı. İçlerindeki asıl açlığı gösterişle örtbas etmek yerine verici, paylaşımcı ve birlikte olmanın vereceği huzuru tadmayı seçselerdi dünyada daha çok mutlu insan olurdu.
Ama yine de umut etmek, gerçekleşmesini dilemek ve daha çok istemektense daha çok mutlu olabilmek güzel şeyler...
Bir gün herkesin dünyayı aynı gözlerle görebilmesi dileğiyle...

Bonafide

Salı, Ekim 19, 2010

Eskiler gider birşeyler kalır...



             Anılar içinde dolaşıp durdum son zamanlarda..Çoğu geride kaldı kimisini yanıma aldım. Çoğunun üstünü kapattım, kimisine yenisini kattım. Daha fazlasını, farklısını yaşabileceğim farklı ortamlar farklı insanlar yarattım ama geçmiştekileri de unutmadım. İnsan dediğin yaşadıklarının birikimi değil midir? Ben de biriktirdikçe ben oldum. Yönümü değiştirdikçe bir ben daha oldum. İyi-kötü-güzel-çirkin ne varsa herkes gibi bende yaşadım. kimisine çok güldüm, kimisine çok ağladım... 


Hiç hatırlamak istemediklerim aksine kafama daha çok kazındı..Sevmem dediklerimi zamanla sevebileceğimi anladım. Unuturum dedim ama çoğunu hala hatırlıyorum. kimisini çoookk özlüyorum, kimisine gülüp geçiyorum. Hiç birinden nefret etmiyorum. Aksine ben olduğum için seviyorum. Onlarla bir ben olduğum için. Ve çoğunu geride bıraktığım için..

Şimdi çok sevdiğim dostlarım var.. paylaştığım insanlar var. Yenilerine yine açığım..Zamanla azalacaklar mı yoksa çoğalacaklar mı bilmiyorum ama ben ilkini yapmak için çabalayacağım.


Ve şuan beni mutlu eden insanlar..sizinle yaşadığım-yaşayacağım- onca güzel şey yine geride kalacak bir gün, ama daha çok hatırlamak daha çok güzelini yaşamak ve hep yaşamak için çabalacağım..

Cumartesi, Ekim 16, 2010

Rüzgarda savrulmaya hazırım



Tutunduğu daldan kopmuş, rüzgarla bir oyana bir bu yana savrulmuş, biraz hırpalanmış, biraz yorulmuş ama tüm olanla biteni kendi haline bırakmış, kontrolü hayatın getirdiklerine bırakmış biri olmak için heyecan duyan birini gördünüz mü hiç? Aynı serseri bir mayın gibi olmak isteyen...

Beklentiler ve gerçekleşenler birbirini tutmadığı zaman ki hayalkırıklığını yaşamanın ne denli rahatsız edici olduğunu bilenlerdenim. Ama hiç bir zaman büyük hayaller peşinde olup da büyük adımlar atmadım. Hiç bir zaman büyük oynamadım. Beni mutlu edeceğini sandıklarımı yaşadım-ve mutlu oldum. Olmayanların acısını yaşadım ama zamanla unuttum. Yerini başkaları aldı zamanla.. Şimdiyse yine bekliyorum..ama bu sefer o daldan beni hangi güçlü rüzgar alıp götürecek diye bekliyorum..Olacak olan her şeyde -vardır bir hayır elbette- diyerek, karşıma çıkanlar beni şaşırsa da kimi zaman kızdırsa da bekliyorum... Bu sefer kendimce mutlu olacaklarımı seçmek yerine hayatın beni sürüklediği yere gitmeyi ve görmeyi tercih ediyorum. Yorulmak istiyorum.. En çok da çok fazla düşünmeden, kurgulamadan, anı yaşarak önüme gelecekleri merak ediyorum. 




Rüzgarı hissetmeyeli uzun zaman oldu. Uzun zamandır sığınağımdayım. Ama bugün dışarı çıkmaya kararlıyım...
Size beni götürdüğü yerden yazarım...



Aşkla Kalın,
Bonafide



Perşembe, Ekim 14, 2010

Yaşadığımızı hissetmek için neye ihtiyacımız var?


Kurduğumuz hayata öyle bir yerleşiyoruz ki kimi zaman bir adım ötede nelerin olup bittiğini merak etsek de,  görmeye ya da yaşamaya cesaretimizin olmadığını fark ediyoruz. Nefes alıp verişimiz, her sabah uyanışımız, işimiz, öğünlerimiz, sohbetlerimiz, arkadaşlarımız, ailemiz, aşkımız her gün ve her gün bir öncekinden farklı olmadan ve bir çoğu otomatiğe bağlamışcasına ilerleyip gidiyor. Sonra bir bakıyoruz ki aradan günler, haftalar, aylar, yıllar geçmiş...20'sindeki meraklı, hayallerle dolu, özgür, bağımsız yeni ergen yerine 40'ında sadece kendi zevklerini bile ayıracak zamanı zar zor bulan, sorumluluklarının altında kimi -çoğu- zaman kendini unutan, bir -ben-den önce düşünmesi gereken bir çok şeyin olduğu ve her seferinde onların daha önemli olduğu bize öğretilmiş yapılması gerekenler listesiyle yaşayan bir birey oluvermişiz. 


En son yediğimiz hangi yemeğin tadını alarak, zevk alarak yedik ?
 En son bizi heyecanlandıran, içimizi kıpır kıpır eden hangi olaya şahit olduk ? 
Ne bizi gerçekten şaşırttı en son ?
Sevgilinin kokusunu getiren hangi rüzgara yüzümüzü döndük? Gözlerine baktığımızda hangi o büyük hayatı gördük? Canlılığı...Yaşadığının, var olduğunun kanıtı olan nefes almaktan ibaret olmayan canlılığı...
En son o büyük acıyı ne zaman hissetttik? Hani tüm bedeninizi saran, içinizden koparılanlara dayanmaya gücünüzün yetmediği, anlamsızca her seferinde kendinizi paraladığımız, sonrasında duru bir gölün üstüne sakinleşerek uzandığınızı hissetiğiniz, tüm enerjinizi boşalttığınız kadar büyük bir acıyı...

Yaşadığımızı biraz olsun hissedebilmek için oysa hangi adımı attık ki? 

Hayat sadece verilen sorumluluklardan, yapılması gerekenlerden, aynı monotonluklan, aynı sözlerden ibaret olmasa gerek... Bizi ayakta tutacak bir gücü içimizde biryerlerde bulmamız gerek.Ve zaman 20 yıl önceyi de sonrayı da gösterse her anda yapılacak, hayatın içine dalınacak bir neden olsa gerek..


Hayatı sadece kendi oluştuduklarınızın içinde kurmamanız dileğiyle...
Daha görecek çok şey var ve yaşayacak...

Pazartesi, Ekim 11, 2010

Herşey tamam, bir şey eksik?

 Eskiden dünyada, görünüşte dağınık ama iç dünyaları derli toplu insanlar vardı.Oysa şimdikilerin dış görünüşleri derli toplu ama iç dünyaları dağınık. insansız kaldığımızda ruhumuzun yırtılacağını biliyoruz. “Yalnız kalmak istiyorum” demek için bile bir insana ihtiyacımız var. Bu yüzden ortak meka...nlar oluşturup yan yana geliyoruz. şakalar yapıyor, sırlarımızı anlatıyoruz birbirimize. Ama birden bir kurt düşüyor içimize.“Bir şey eksik” diyoruz. “Bir şey eksik ama ne?…”

***
Hevesle dokunuyoruz raflardaki yeni çıkmış kitaplara. Kitaplar okuyoruz durmadan. Bizimle hiç tanışmayan, bizi hiç tanımayan bir yazarın yolculuğuna eşlik ediyoruz; içimizde kocaman bir düş coğrafyası açılıyor. Ancak son yaprağı da bitirip, kitabı kapatınca, yapayalnız kalıyoruz o coğrafyanın ortasında. Bütün cümlelerin tamam, bir tek cümlenin eksik olduğunu hissediyoruz.Düşünüyoruz, eksik olan ne?…

***
Ders çalışıyoruz geceler boyu. Dem tutması hiç eksilmiyor ocağın üstündeki çayın. Küllükler bir boşalıp bir doluyor. Okulu bitirirsek her şeyin yoluna gireceğine inanıyoruz. inanıyoruz ki, şu koridorlardan, ay başında beklenen harçlıklardan, sıkıcı anfilerden kurtulduğumuzda her şey yoluna girecek. Okulun uzaması ödümüzü koparıyor neredeyse. Nihayet gülümseyerek bakıyoruz, duvarlara öylesine asılmış, buruşuk imtihan sonuçlarına. Yumruğumuzu sıkarak, “bitti” diyoruz, “işte bitti, şükürler olsun.” Fakat birden kaçıyor hevesimiz. Bir şeyin hiç bitmediğini, hiç bitmeyeceğini anlıyoruz. Kafamızı kurcalıyor bu eksilik. Bitmeyenin ne olduğunu soruyoruz kendimize hücumla. Hevesimiz kursağımızda kalıyor.Bir eksikle ayrılıyoruz koridorlardan…

***
Cebimiz para görürse, hayatın yoluna gireceğini düşünüyoruz. Kapılar aşındırıyoruz bu yüzden. Dil döküyoruz boyunları yağdan kaybolmuş, gözleri karanlık bir kuyudan bakan patronlara. Bütün becerilerimizi sıralıyoruz, beceremediklerimizi bile. Nihayet gözüne giriyoruz, bize kuşkuyla bakan ketum cebin. Müjdelerle koşuyoruz ev halkına, arkadaşlara. Herkese söz verdiğimiz ilk maaşla, yine herkese az buçuk bir şeyler alıyoruz. Kuyruğu doğruluyor böylelikle işimizin. Ama bir sabah işe giderken, o malum kuşku oyuyor içimizi. Asıl eksik olanın işimiz olmadığını, başka bambaşka bir şeyin eksik olduğunu hatırlatıyor uyuklayan belleğimize.Yırtınmaya başlıyor belleğimiz: “Bir şey eksik, ama ne?…”

***
Aşık oluyoruz o kocaman eksiği telafi etmek için. Geceler boyunca yıldızları sayıyoruz, uykumuza veda ediyoruz aşk için. Bütün çıkarcılığımız bitiyor aşk kapıyı çalınca. Gözlerimiz cennetten koparılmış bir parça gibi bakıyor hayata. Dilenciye merhamet ediyoruz mesela, cebimizi sebil gibi açıyoruz herkese. Herkesten bize dua etmesini istiyoruz: aşk için. öylesine kırılgan, öylesine çaresiz bekliyoruz ki sevdiğimizi, gecikmesi akla hayale gelmedik endişeler doluşturuyor içimize. Ve şu hain endişe: acaba aşk bitti mi? Birden bütün kalabalığın arasında onu görüyoruz. Yeniden dönmeye başlıyor dünya. Irmaklar yeniden akıyor. Göğsümüzde hesapsız bir ferahlık, “hoş geldin” diyoruz. Gelin görün ki günlerin cenderesine nasıl sıkışıyor bir yerimiz. Aşkın bile telafi edemediği bir şeyin eksik kaldığını kavrıyoruz dehşetle.Bitkinlikle soruyoruz: “aşk değilse ne?…”

***
Sonra annelerimize dönüyoruz yeniden. Dünyadaki en korunaklı sığınağımıza. Bütün yaşadıklarımızı, bütün yaşayacaklarımızı bir kenara bırakıp, onun ocağındaki aşı yudumluyoruz iştahla. Tam karşımıza geçip hevesle bizi seyrediyor anne. Göğsünden hayata uğurladığı kırlangıcı. Hevesi azalmasın diye, daha bir kocaman alıyoruz lokmaları ağzımıza. Gizli bir oyun başlıyor anneyle çocuk arasında. çok iyi hatırlanan, çok eskilerde kalmış. Sonra yumuşak yataklar seriyor altımıza. Gece, bir girip bir çıkıyor odamıza merakla: acaba yorganı tekmeleyip üstümüzü açtık mı? Mahsus üstümüzü açıyoruz azcık; gelip nizama sokuyor yorganı, kafamızı yastığa gömüyoruz, yeşil yosuna sokulan kuğunun başı gibi. Ama birden, bizim aralanmasın diye can attığımız bir sorunun üstü açılıyor, yılan gibi kıvrılıyor yorganın içinde. iniltiyle dökülüyor ağzımızdan cümleler:“Allah’ım, bir şey eksik ama ne?…”

***
Sonra gelecek günlerimizi boyadığımız tablonun renkleri karışıyor birbirine.

Hep kaçtığımız o soruyu soruyoruz kendimize:
“Yoksa eksik olan biz miyiz?…”
Ali Ayçil

Cuma, Ekim 01, 2010

Antep yemeklerinden hatıra...

Aslında bu yazıyı 1 hafta önce yazmış olmam gerekirdi. Ne kısmet ki taa.. bu güne geldi. Güzelim memleketimin yörelerimizin kendine has havası bir başka güzel. Yediğimiz yemekler, söylediğimiz türküler, adetler, töreler ne de güzel. Geçen pazar Gaziantepliler Derneği'nin düzenlediği Geleneksel Antep Yiyecekleri Şenliği'ne parkımın ev sahipliği etmesi nedeniyle katılmış bulundum. Aman benim gibi acısına, tatlısına, tuzlusuna, ekşisine düşkün biri için ne güzel bir yerdi orası öyle...

Çok sıcaktı, çok kalabalıktı, çok zengindi, rengarenkti..bol  kokulu, bol gürültülü ama bir o kadar da eğlenceliydi. İlk defa katıldım böyle bir yöresel şenliğe, oldukça da hoşuma gitti.

Antep'e özgü bir çok yiyeceğin bir arada olduğu, damak zevkinize illaki birinin uyacağı bir yerdi. Seviyorum yöresel tatlaları.. öyle yemek ayırt eden biri de değilimdir hem... Oldukça zevk aldım...Hem yedim... Hem oynadım..

Boğazda bir başka ben

Güneşsiz bir güne daha başlayıp -olsun yine de güzel olacak her şey- diyerek attım kendimi sabahtan parka.Yürüdüm biraz, dinlendim, daha uyanamamış kedileri sevdim. Nedense diğer sabahlara göre pek bir boştu bu gün parka ya da bana öyle gelmişti bilemiyorum. Sabah sporumu bitirip yine aynı yoldan evin yolunu tuttum. Giderken ve dönerken hep farklı yolları tercih ediyorum ama..bilmiyorum neden, ama öyle. Güzel bir kahvaltıdan sonra evdeki 4 kadın attık kendimizi sokağa..İstikamet Kanlıca!!! Annemin çok sevdiği bir çocukluk arkadaşı kızını alıp 1 haftalığına tatile geldi yanımıza. E bizde bu bahaneyle gitmediğimiz yerlere yeniden gider olduk.

Bir başka hava vardı sanki bu gün İstanbul'da.. Böyle grilerle dolu ama arada güneşin yüzünü göstermek ister gibiydi. Sevmem fazla böyle havaları illaki başımı ağrıtır, rahatsız eder, nedensiz gerginlik yapar üzerimde. Hoş öyle de oldu yine ama boğaz havası, manzarası iyi geldi bedenime. En çok da bir kaç küçük balıkçı teknesine bayıldım. Lise çağlarım güzelim Sinop'ta geçmişti ve oradan çok alışığım bu takalara. Okulumuz deniz kıyısındaydı ve tüm pencereler karadenize bakardı. Bazı geceler irili ufaklı bir sürü tekne balığa çıkardı da böyle denizi acayip süslerlerdi ışıklarıyla. Biz de ışıkları yakıp söndürerek sanki izlediğimizi fark ettirirdik. Kendimizce oyun oynardık işte :) Yosun kokusuna da 'kara' denize de alışığım anlayacağınız. İşte yine Sinop'u hatırlattı bana oralar...

Kanlıca da yoğurdumuzu yedikten sonra Çengelköy'e tarihi Çınaraltı çay bahçesine attık kendimizi..Daha önce de gitmiştim ama böyle puslu havalarda bir başka güzel oluyormuş bir kez daha anladım. Ne çok kalabalık var ne de çok gürültü var. Çayını ve sıcacık simidini al ve boğazın kokusuyla, manzarasıyla keyfine bak...Zaman gelip geçti ama bize yetmedi bir de ordan çıkıp Kızkulesinde oturalım denildi... Orda da aynı hava aynı manzara vardı.. Az insan..Bol huzur..
Çok gezdik..çok dinlendik..İstanbul'a, Boğaz'a, eski anılara bol bol doyduğum bir cuma yaşadım böylece...
Eskiden Sinop'ta çok severdim pencereden gördüğüm manzarayı, her gün karşımda, yanıbaşımdaydı. Yine öyledir aslında ama şimdi arasıda olsa gördüklerim bir başka büyüleyici, etkileyici, bir başka alışkanlık oluvermiş sanki... Değişmem, değişemem gibi...

LinkWithin

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...